Hadiii Doğanbey Rum Köyü!
Tek bir adımıyla dağları aşan devler geldi aklıma, onlar için üzüldüm. Bana kalırsa dev olmak üzücü bir şeydi.

Uzak bir köyün sokaklarında kayboldum ve kaybolmak her zaman kötü bir şey değildi. Birkaç Unicorn gördüm. Uzun uzun bakıştık biri hariç ve nedense en çok onu sevdim. Güneşi gördüm ve önümde olabildiğince uzanan Menderes Deltası’nı. Tepeden aşağı koşan bir çocuk hayal ettim ve peşine takıldım. O çocuğun ardında içim neşeyle doldu. Neşe geldiğinde ağacın yeşilini, denizin mavisini, çiçeklerin tüm renklerini gördüm. Yaşamak artık kolaydı. Bir sandalın içinde akıntıyla ilerliyordum. Tüm yollar bittiğinde dünyanın sonuna vardım. Burası orasıydı adım gibi biliyordum. Sadece durdum, dakikalarca, çabasız. İstediğim tek şey hissetmekti, bu en güzeliydi.
Karina’yla ilk karşılaşmamda yazmıştım bunları ama dünyanın sonuna varma hissi ilk değildi. Sırbistan’ın şimdi adını hatırlamadığım bir köyünde, su kıyısında, cebimdeki son parayla aldığım birayı içerken de aynı hisse kapılmıştım. İnsanların sakin, çabasız hali, hayatın yavaş akışı, her şeyin tahmin edilebilir oluşu… Belki de sıcak biradandı bilemiyorum. Çünkü hiçbir markette dolaplar çalışmıyordu.

Doğanbey'e ilk gidişim bir otostop macerası sonucu olmuştu. Şöförün tavsiyesi ile kendimi bir anda köye çıkan 2 kilometrelik yokuşun başında bulmuştum. Sırtımda 20 kiloluk çantamla köye vardığımda halime acıyan mekan sahipleri su ve çayla çabamı ödüllendirmişti. Bunlar aynı zamanda köye gitmemi tavsiye eden şöförün, benim adımı söyle sana yardımcı olurlar, dedikleri kişilerdi. Zaten kışın ortasıydı ve ıssız köyde açık olan tek pansiyon ve restoran onlara aitti. Çadırımı kurmaya başladığımda hava çoktan kararmıştı. Bana eşlik eden sokak köpeği ile birlikte sığındığımız sundurmanın altında gece boyunca yağan yağmuru izlemiştik.
Yıllar sonra buraya geldiğimizde her şeyi aynı görmek beni mutlu etti. İnsanın hatıralarını tekrardan yaşaması, onları görmesi, dokunması o kadar değerli ki, değişen yaşam bunu artık imkansız hale getiriyor.

Doğanbey bir rum köyü. Diğer rum köyleriyle aynı kaderi o da paylaşıyor. Sahipleri başka diyarlara göç edince yerlerine Türkler geliyor ama onlar da bir süre sonra köyün aşağısında yeni bir yerleşim alanı yaratınca köy kaderine terk ediliyor. Aradan geçen zamanda evler el değiştiriyor, yeni sahipleri evleri aslına uygun restore ettiriyor, pansiyonlar, restoranlar derken köyün dokusu ortaya çıkıyor. Taşlık, dar yollar zaman zaman bir labirenti andırıyor. Sokaklar birbirine bağlanıyor ve köyün içinde bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Adımlarınız kimi zaman Menderes Deltası’nı göreceğiniz bir tepeye kimi zamanda usulca akan bir dere yatağına çıkarıyor sizi. Köyde yaşayan hane sayısı hala düşük. Bu yüzden nerede bir ses duysa kulak kabartıyor insan. Arada bir hoş muhabbet yakalarsanız ne ala ama olmasa da herhangi bir sokakta bir kaldırıma tüneyip bu sessizliği dinlemek, buradaki hayatları hayal etmek güzel. Biz de Tuğba’yla tam olarak bunu yaptık. Yoruluncaya kadar yürüdük. Yolu şaşırıp kaybolduk ve kendi halimize güldük.

Tepelerde umarsızca gezen koyunları izlerken hayret ettik. Gün batımına yakın sırtımızı köye verip o büyüleyici delta manzarasını izlerken daha asıl sürprizle karşılacağımızı bilmiyorduk.

Hava kararmadan Karina’ya varmak istiyorduk. Karina küçük bir koy, eski dönemlerde kullanılan bir liman. Rivayete göre adını yaşlı bir denizcinin kızından alıyor. Aynı zamanda Ege kıyısının en uç noktalarından biri. Yüzerek Sisam adasına gidersiniz dersem bilmem abartmış olur muyum? Karina’ya uzanan yol bir noktada binalardan, insanlardan ayrışıyor. Bana kalırsa hikaye burada başlıyor. Yüksek dağların altında, ağaçların gölgesinde usulca ilerlerken ayağım gaz pedalından istemsizce kalkıyor. Burada acele etmeye gerek yok. Bazen camları açıp doğayı bazen de sevdiğimiz bir şarkıyı dinliyerek devam ediyoruz. Yol hem bitsin istiyoruz hem bitmesin. Karina ile ilgili merak içindeyiz ama şehirli kalıntıları hala üzerimizde ve bu kendimizle olan yolculuğumuz bize başlı başına bir terapi veriyor. Aaa ağaca bak, şurası göl mü, bu köprüyü neden yapmışlar… gibi gibi sorularla çocuksu merakımız güncelleniyor. Sık sık da ülke güzellemesi yaparak bizim ülkemiz cennet ya, yemişim yurt dışını, nerede böyle doğa… diyerek Schengen yorgunu zihinlerimizi hipnoz ediyoruz. Böyle anlarda zaman kısalıyor mu yoksa uzuyor mu diye tartışırken yol bitiyor. İşte dünyanın sonu. O gün, Karina’yla ilk karşılaştığım an nasıl kalakaldıysam şu an bilgisayarın başında da öyle kaldım. Bazı hisleri karşılayacak kelimeler yok. Koyun üst kısmında, her şeyi görebileceğimiz bir yerde durduğumuzu hatırlıyorum. Gri bulutlar sadece gökyüzünü değil ufuk çizgisini de ele geçirmiş gibiydi. Ama güneş tüm hüneriyle, gökyüzünde bulduğu boşluklardan harika manzaralar yaratmayı başarıyordu. Bir süre telefonlarımızı elimize almadan öylece durduk. Sık sık birbirimize bakıp gülümsüyorduk. Deniz harika bir renge bulanmıştı. Hafif bir rüzgar esiyor, dalgalar küçük balıkçı kayıklarıyla oyunlar oynuyordu. Ağaçların arasından olanları izlemeye devam ettik. Kıyıda parmakla sayılacak kadar mekan vardı. Park halindeki birkaç araç dışında yaşam belirtisi yoktu. Tam koyun sonunda bir jandarma noktası sanki beni onaylıyordu. ''Burası dünyanın sonu, daha ileri gidemezsiniz.’’ Gitmek isteyen kim ki? Yüzümüzde o aptal gülüşle sahile inip mekanladan birine oturuyoruz. Dünyanın sonunda hayatta durmuş gibi.
Biralarımızdan büyük yudumlar alıp hiç bir şey yapmıyoruz. Çünkü tamamız, yani öyle hissediyoruz. Ah Karina daha fazla yazamıyorum, şu an gözlerim doluyor. Umarım en kısa zamanda yeniden görüşürüz. Aynı kalman dileğiyle...

Comments